ŞÜKRÜ! Alpaslan Bilen

Mimasın dağlarını geziyorduk yazları, şortlarımızın cepleri tuğla taş kırıkları ile dolu, bütün olası viranelikleri gözlüyor deretepe düz gidiyorduk.

"İşte o talihsiz günde şapkası üstünde öyle yatarken, onun ölü taklidi yaptığı anlar geldi aklıma. Gene göz kapaklarının arasından gelenleri süzüyordur, kardeşim Şükrü!"...

Motosikletli kuryeler tutacaktık,

biz Ayışığı manastırında,

kalın duvarlar arasındaki salonda,

çıralar ve mumların aydınlattığı loş salonda,

büyük bir antik masanın etrafında oturacaktık,

perdenin arkasında çift dilli kavallar ve kaplumbağa kabuğundan yapılmış udların icra ettiği Hellenistik müzik duyuluyor olacaktı.

Kuryeler izmirden taze kazandipleri taşıyacaklardı fırından çıkar çıkmaz, biz karda soğutulmuş gümüş kaşıklarla o titreyen ılık tatlılardan tadacaktık.
Kuryeler sürekli servis yapacaktı.

Mimasın dağlarını geziyorduk yazları, şortlarımızın cepleri tuğla taş kırıkları ile dolu, bütün olası viranelikleri gözlüyor deretepe düz gidiyorduk.

Uzakta bir yerde bir yıkık duvar kalıntısı sezse, makilerden, çetirlerden kendimize bir yol açmaya çalışıp o noktaya varmak için perişan oluyorduk.

Yarı belimize kadar gelen bitkilerin altında kuyu olur, çukur olur girmeyelim diyorum, giriyoruz.  Ramazanda İmamdan Haziranda yılandan sakın derler ; birimizi bu dağ başlarında yılan soksa ne yaparız, ben seni taşıyamam, sen araba kullanmıyorsun girmeyelim bu çalılara diyorum, giriyoruz....

Beynimiz kaynamasın diye şapkalarımızın içine su doldurup kafamıza geçiriyoruz, her yanımız ıslanıyor, on dakikada kuruyoruz.

Gene bir yaz sıcağı, O, Misket Kadın ve bendeniz Sazak köyünün sokaklarında hoplaya zıplaya kilisenin kemikhanesini arıyoruz.

Sürü köpekleri fırlıyor sokak aralarından çoban yetişmese parçalanacağız, ama devam taş toplamaya kiremit okumaya.

Tehlike savuşunca arabamıza biniyoruz, George Dallaras'ın İsrail konserini son ses açıyoruz, bağırarak eşlik ediyoruz, Boynaktan sağa kıvrılıp, Sarıyerde koca bir çeşmenin önünde duruyoruz, zaten her çeşmeden su içiyoruz, ölümsüzlük pınarını arıyoruz.

Bir yıl önce balçık çamurda boğulan pınara çeşmeye yaptırmaya karar vermiştik, derakap omuz çantası açıldı, kırmızı beyazlı tepeden açılan kareli defter çıkarılıp katlandı, bir güzel çeşme çizdi, köylülerle eski çeşme taşlarından toplatıp, başında oğlaklar çevrilip, rakılar içilerek çeşme ayağa kaldırıldı.

Şimdi oradayız tam çeşmenin böğrüne tasarımın ona ait olduğunu bildiren bir plaket koymuştum, söylememiştim, ilk defa o gün gördü, o anını unutamam !

Tekrar binmece, Payam Büküne inmece: hava artık kararmak üzere, üstümüzdekilerle dalgaların işlediği travertenlere uzanıyoruz, dalgalar gelip bizi köpüğe boğuyor, görünmez oluyoruz, çekiliyor geri geliyor.

Biz denize gitmiyoruz deniz bize geliyor!

Artık ak koyun karakoyun ayrılmaz oluyor, akşam çöküyor, yarı ıslak yarı kuru eşyalarımızı alıyoruz. Köylülerin yazın indikleri bu evlerde ışıklar yanıyor. Tepedeki Kara Dayı Mustafa’nın evine tırmanıyoruz, eşyamız, kollu eski bir gramafon ve taş plaklar. Yarı karanlıkta o cağrafyaya daha önce hiç işlenmemiş üç gölge tırmanıyor yokuş yukarı ağaçların arasından, köpekler havlıyor, tırmanıyoruz.

Fellini filmleri gibi diyoruz, deliliğimizle dalga geçiyoruz!

Gülten yenge Salyongoz-selluca- çiçekleri ile kaplı eşikten bizi seçmeye çalışıyor, çığlıklarla bizi karşılıyor.

Kuruluyoruz çitlembik ağacının altındaki sarsak masaya, hemen kavun ve keçi peyniri sofraya atlıyor, Ümran eğilip oturduğu sedirin altına elini sokuyor, gırtlağından yakaladığı bir koca şişe anzarotu masaya çakıyor.

Kuruyoruz gramafonu, Zeki Müren’i döndürüyoruz, "ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır", Hafız Burhan" Sen benim kalbimiz Allahısın", Cihan Hanımdan "Karşıyakalı", peşpeşe Arşipele akıyor kadehlerde peşpeşe.

Gene omuz çantası açılıyor, gene kırmızılı defter, bu sefer  onun yazdığı "Matisin kahvesi" şiirine, Misket kadın hançeresinden can veriyor!

Ay tepemizde her tarafa sim yağıyor, hepimiz gümüş rengiyiz, bulanmışız boyanmışız, parıl parıl parlıyoruz, nerdeyiz, biz kimiz burası neresi, yoksa öldük mü biz, şaşkınız çok hafifiz !

Tam o sırada ufuktan birde yelkenli geçmez mi mehtabın önünden…!

Gene bir yaz günü sıcağı gene Stilaryon’dayız yada Ahırlı'da; Haber geldi Büyük Saip adasında bir taş kaymış, altından iskelet görünmüş, hemen fırladı, yahu dedim  hangi zamandan beri yatıyordur akşam üstü bakalım dediysemde dinler mi.

Kara Memet'in pancar motorlu gayığına binip gittiler, keşif yapıp geldiler, fi tarihinde ölmüş bir ademmiş.

Köylüler soruyor mezarda bir şey varmı? Biz yok dedikçe iş mutlaka vardıra dönüyor. Artık kahvede oturup, hemşerilerimizden bir şey saklayacak değiliz ya, gerçeği anlatıyor, Kara Memetle bende sanki zorakiymiş gibi tasdik ediyoruz.

Anlatıyor: Mezarı bir açtık adem sırt üstü uzanmış elleri göbeğinde yatıyordu, işte böyle. Sandalyede bacaklarını uzatıyor yatıyormuş gibi elleri göbeğinde, gözleri yarı kapalı etrafın tepkilerini gözlüyor, yakınlarının bildiği o muzip gülümseme yüzüne yaygın.

Soruyorlar; Hocam çanak, manak bir şey çıkmadı mı?

Çıkmaz mı kardeş, adem ölüp toprağa verilince yer altı görevlileri gelir sorguya, ademin canını fazla yakmasınlar diye ailesi dişlerinin arasına bir Bizans altını koyar, rüşvet diye.

Soruyorlar bunda da var mıydı, vardı, ne oldu kara Mehmet aldı, Mehmet başı öne eğik, biraz mahcup yan yan bakıyor niye ağzından kaçırdı gibisinden diye.

Ee başka bir şey yok muydu ? Olmamı göbeğindeki elinin her parmağında bir yüzük vardı, onları da ben aldım, biliyorsunuz antikaya meraklıyımdır da !

Ee başka ne vardı göğsünde altın, gümüş işlemeli kıymetli taşlar kakmalı birde asa vardı !

Onu ne yaptınız, Dr aldı sattı iki otobüs aldı parasıyla Antep İzmir arasında hatta girdi çalışıyor.

Aman kardeşler bu söylediklerimi kimseye demeyin bu saatten sonra mahpus damlarında yatmayalım denir, söz alınır.

Bir kaç saat sonra sağır sultan bile duyar!

İşte o talihsiz günde şapkası üstünde öyle yatarken, onun ölü taklidi yaptığı anlar geldi aklıma.

Gene göz kapaklarının arasından gelenleri süzüyordur, kardeşim Şükrü!

error: Content is protected !!