Küçük Asya’nın Lider Kadınları / Doç. Dr. Pınar Özlem Aytaçlar

Geç Hellenistik ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde, Küçük Asya'nın kıyı şehirlerinde, İmparatorluğun başka hiçbir yerinde görülmeyen bir durumla karşılaşırız. Büyük ve zengin Yunan şehirlerinde, resmi kamu hizmetlerinde görev yapan yönetici kadınlar vardır...
Kaynak: Arkeo Duvar  7. Sayı Nisan-Mayıs 2022
Kapak resmi: Salamis deniz muharebesinde savaşan Artemis ı. Ressam: Wilhelm von Kaulbach

 

Doç. Dr. Pınar Özlem AYTAÇLAR
Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü

 

 

KÜÇÜK ASYA’NIN LİDER KADINLARI

Geç Hellenistik ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde, özellikle Küçük Asya’nın kıyı şehirlerinde, İmparatorluğun başka hiçbir yerinde görülmeyen bir durumla karşılaşırız. Büyük ve zengin Yunan şehirlerinde, resmi kamu hizmetlerinde görev yapan yönetici kadınlar vardır. Bu kadınlar için düzenlenmiş, onların devlet hizmetlerini sıralayan ve sahip oldukları erdemleri yücelten onurlandırma yazıtları, dönemin aristokrat kadınlarının toplum içerisinde sahip oldukları gücü açıkça gözlerimizin önüne serer. Bunlar, ilk bakışta oldukça şaşırtıcı ve antik çağın Yunan toplumunda kadının konumuna ilişkin bildiklerimizle taban tabana zıt verilerdir. Hayatı evinin sınırları içinde geçen, politik hayata katılmak şöyle dursun, toplumsal hayata dahil olması bile engellenmiş, varlık amacı çocuk doğurmak ve evi çekip çevirmeye indirgenmiş, vatandaş bile sayılmayan, değil yönetici olmak, yöneticilerini seçmek için oy verme hakkı bile olmayan kadın, nasıl oluyor da büyük kentlerin politik hayatında boy gösterebiliyor, önemli memuriyetlere getirilebiliyordu? Eşinden izin almadan agoraya bile gidemeyen kadınların toplumunda, nasıl oluyor da yönetici kadınların heykelleri sütunlu caddeleri süsleyebiliyordu? “Erk”in erkek olana verildiği bir toplumda, Küçük Asya kadınları, başka coğrafyalarda yaşayan hemcinslerinin rüyalarında bile sahip olamayacakları bu güce nasıl ulaşmışlardı?

Batıda, Yunanistan anakarasında ve Roma’da durum bambaşkaydı. Yunan anakarasında, mesela Atina gibi büyük şehirlerde bile kadın yöneticiye rastlanmıyordu. Buradaki ataerkil gelenek o denli güçlüydü ki, bir kadın ne denli zengin olursa olsun, kentin asil hayırseverleri arasına girmesi neredeyse imkansızdı. Roma’da ise, yasalar daha en baştan, bir kadının dinsel memuriyetler hariç yöneticilik yapmasını yasaklıyordu. “Kadın hükümdar” kavramı Romalılara o denli uzak bir kavramdı ki, Mısır Kraliçesi Kleopatra bile, dönemin yazılı kaynaklarına, sadece cinsiyeti ve yabancı olmasıyla anılan itibarsız bir karakter olarak işlenmişti.

HEKATOMNİDLER HANEDANININ KADIN LİDERLERİ

Kadın yönetici olgusunun sadece Küçük Asya’nın, çoğu kıyı şeridinde olmak üzere, bazı şehirlerine özgü olmasının ise birden fazla nedeni vardı. Öncelikle, bu topraklar, kadın hükümdarlara ilişkin, kökleri Hellenistik döneme uzanan bir geleneğe sahipti. Karia Bölgesi, her ikisinin de adı Artemisia olan iki kadın hükümdar tarafından yönetilmişti. Pers satraplığı idaresi altında Karia’da hüküm süren Artemisia I, M.Ö. 480’de, Pers kralı Kserkses ile müttefik olarak Yunanlara karşı savaşmıştı.  (Resim 1) Artemisia’nın, beş gemiden oluşan filosuyla Artemision ve Salamis deniz muharebelerinde bizzat savaştığını Herodotos bize anlatır. Müttefiki olan Pers donanması ağır kayıplarla yenildiği halde, Artemisia kalan tek gemisiyle onlarca düşman gemisini batırmış ve savaştan sağ çıkmayı başarmıştı. Artemisia, büyük bir yenilgiye uğrayan Pers Kralı Kserkses’in, savaştan hemen sonra sarfettiği şu kelimelerle de ölümsüzleşti: “Bugün erkekler kadın, kadınlar erkek gibi savaştı.”

VI. Mithridates’in karısı Hypsikrateia 16. yy baskısı

Diğer Artemisia ise, Pers egemenliği altındaki Karia’nın satrabı Mausolos’un kız kardeşi ve eşi olan Artemisia idi. Eşinin ölümünün ardından, M.Ö. 353’de, Karia’nın yöneticisi olmuştu. Hükümdarlığı sadece iki yıl sürmüş olsa da, bu süre zarfındaki cesur yönetimi ve Rhodos’u ele geçirmiş olmasıyla tarihe geçti. Her ne kadar gerçekliği tartışmalı bir hikâye olsa da, Vitruvius’un anlattığına göre, Mausolos’un ölümünden sonra, bir kadının yönetimi altında kalmayı gururlarına yediremeyen Rhodoslular, bir donanma ile Halikarnassos’a saldırmak üzere yola çıkmışlardı. Mausolos’un inşa ettirdiği gizli limandan haberi olmayan Rhodoslular kentin ana limanına doğru ilerlediler. Artemisia kendi donanmasını gizli limanda bekletirken, onların kente ulaşmasına izin verdi. Vatandaşları ile birlikte kent surlarına çıkarak Rhodoslu askerleri kente davet etti. Kenti teslim aldıklarını zanneden Rhodoslular gemilerini boşalttığında, Artemisia’nın donanması gemileri arkadan kuşatarak ele geçirdi. Rhodoslular agorada katledilirken, Halikarnassoslu askerler onların gemilerine binerek Rhodos’a gittiler. Zaferle dönen donanmalarını karşıladığını sanan Rhodoslular, Artemisia’nın askerleri tarafından hezimete uğratıldı. Rhodos’u ele geçiren Artemisia buraya bir zafer anıtı dikti. Bu anıt, daha sonra, Rhodos tekrar özgürlüğünü kazandığında, etrafı bir duvarla çevirilerek erişilemez hale getirilecekti. Çünkü bir kadın tarafından yenilgiye uğratılmış olmak, Rhodosluların torunlarına bırakamayacakları kadar büyük bir utançtı.

Karia’daki kadın hükümdarlığı Artemisia’larla son bulmadı. Mausolos ve Artemisia’nın kardeşleri olan ve tıpkı onlar gibi birbirleriyle evlenen Idrieus ve Ada başa geçtiler.  Ada, eşiyle beraber dört yıl hüküm sürdükten sonra, Idrieus’un ölümüyle tek başına Karia’yı yönetmeye başladı. Ancak erkek kardeşi tarafından kovularak Alinda’ya sürgün edildi. Kraliçe Ada’nın hikayesi burada son bulmayacaktı. Küçük Asya kentlerini bir bir ele geçirerek ilerleyen Büyük İskender 334’de Alinda’ya geldiğinde, Ada kenti ona teslim etti ve İskender’i öz oğlu olarak kabul ettiğini söyledi. Ada’nın analığını kabul eden İskender de, Halikarnassos’u ele geçirdiğinde onu tekrar tüm Karia’nın kraliçesi yaptı.


PONTUS’UN KRALİÇELERİ

Roma’nın ilk imparatoru Augustus, eyaletlerde düzenlemeler yapmaya giriştiğinde, dikkatini doğuya yani Küçük Asya’ya çevirmişti. Burası, homojen bir yapıya sahip olmayan, birbirinden çok farklı etnik ve kültürel unsurların birbirine komşu bölgelerde yaşadığı bir coğrafya idi. Sadece denizden uzak iç kesimlerde değil, artık iyice Hellenize olmuş kıyı bölgelerde bile yerel kültürler yaşamaya devam ediyordu. Tek önceliği eyaletlerden sorunsuz bir şekilde vergi toplayabilmek olan imparatorluğun, Küçük Asya için uyguladığı siyasi taktikler de, diğer eyaletlere uyguladığından farklı oldu. Burada, daha kolay idare edebilmek için Yunan modeli kent düzenini teşvik ederken, bir yandan da, yerel kültürlere ve geleneklere  olabildiğince hoşgörülü ve uyumlu davranmayı seçti. Belki de bu yüzden Augustus, imparator olduğunda, bu durum Roma kültürüyle hiç örtüşmüyor olsa da, Bosporos bölgesindeki kadın yöneticilerin hükümdarlığını tanıdı. Augustus, M.Ö. 17/16’da kocası Asandros’un ölümünün ardından krallığın başına geçen Dynamis’i, cinsiyeti yüzünden iktidardan almak şöyle dursun, onun yetkilerini genişleterek otoritesini sağlamlaştırdı. Pontus Krallığı’na karşı Roma politikası Augustus ve Julio-Claudiuslar sülalesi boyunca değişmedi. Bölgenin diğer kraliçesi, kocası Polemon I’in ardından, üstelik yerine geçebilecek erkekler varken kraliçe olan Pythodoris’dir. M.S. 1. yüzyılda hüküm süren Pythodoris, imparatorluk ile çok iyi ilişkiler geliştirdi. İmparator ve ailesinin heykellerini diktirdi, onları sikkelerle onurlandırdı. Kentlerin isimlerini onların adlarıyla değiştirdi. Antik yazarlar tarafından gücünü bilgelikle kullanan, sağduyu sahibi bir lider olarak tanımlanarak tarihe geçti.

Amazonların diyârı Pontus’dan  bahsederken, bir başka amazondan, kraliçe olmasa bile, cesaretiyle ün salmış bir başka kadından bahsetmeden geçemeyiz. Bu kadın, Roma’nın emperyal gücünün en başarılı ve en zeki düşmanı ve Roma’ya karşı üç büyük savaş vermiş olan Pontus kralı VI. Mithridates’in karısı Hypsikrateia’dır. Mithridates, savaşlarda eşinin yanından ayrılmayan, Pers elbisesi, kısa kesilmiş saçları ve olağanüstü cesaretiyle bir erkek gibi savaşan karısına, isminin eril versiyonu olan Hypsikrates adıyla hitap ediyordu. Hypsikrateia’nın yakın tarihte bulunmuş olan mezar taşı da bu bilgiyi doğruladı. Kralın eşi gömülürken, mezarına eril ismi kazınmıştı:

“Kral Mithradates Eupator Dionysos’un karısı Hypsikrates (burada yatıyor). Elveda!”

Küçük Asya’nın “kraliçeleri” sadece Pontus ve Karia bölgelerine özgü değildi. Kocası öldükten sonra Troas şehirlerini yöneten Mania ve ovalık Kilikia’daki Olba kentinin tiranı Ksenophanes’in kızı Aba da yönetici kadınlara verilebilecek örnekler arasındadır. Örneklerin de gösterdiği gibi, kadın yöneticiler, ancak babaları ya da kocaları öldükten sonra, onların yerine başa geçebiliyorlardı. Ayrıca Pythodoris gibi başarılı bir kraliçenin bile bir erkeğin yardımını alması zorunluydu. Kadınların hükümdarlığı genellikle kısa sürüyordu ve oğulları ya da başka bir erkek akrabalarının asistanlığı olmadan yönetimde kalmaları mümkün değildi.

Roma İmparatorluk çağında, kadın yönetici fikrine âşina insanların yaşadığı Küçük Asya’da, İmparatorluğun kentleri elitler üzerinden idare etmeye yönelik tavrı da devreye girince, aristokrat ailelerden gelen zengin kadınların yöneticilik yapmaması için bir neden kalmamış gibi görünüyor. Evet kadınlar vatandaş sayılmıyorlardı. Ama zaten artık sıradan vatandaşların da seçme ve seçilme hakları yoktu. Bu haklar sadece zengin elitlere aitti. Artık sadece servetlerini şehirleri için harcayacak kişiler yönetici yapılıyordu. Böylelikle şehirler hem kalkınıyor hem de maddi taleplerle imparatorun başını ağrıtmamış oluyorlardı. Bu durumda, “astai” adı verilen ve belli vatandaşlık haklarına sahip gruba dahil olan kadınlar da yönetici olabilirlerdi. Kadınların, ancak kyrios denen bir erkek hâmi aracılığıyla kullanabilseler de, toprak mülkiyeti ve kendine ait bir servete sahip olma hakları vardı ve onlar da, diğer hayırseverler gibi, bu serveti şehirleri için kullanabilirlerdi. Üstelik yöneticiliklerin karakteri de değişmiş, kadınlar için daha uygun hale gelmişti. Liturji denen, hiçbir idari sorumluluğu olmayan, sadece para harcatmaya yönelik onursal memuriyetler kadınlar için biçilmiş kaftandı. Bunlar, gymnasionların masraflarını karşılamak için oluşturulmuş Gymnasiarkhos’luk ya da tümüyle onursal bir memuriyet olan Stephanephoros’luk gibi memuriyetlerdi. Ayrıca her zaman birbiriyle yakın ilişkili olan politika ve askeri liderlik de, Pax Romana yani Roma Barışı sayesinde birbirinden ayrılmış, artık liderlerin aynı zamanda askeri nitelikler de taşımasına gerek kalmamıştı. Bu da kadın yöneticilerin lehine oldu.  Böylece, Roma İmparatorluk çağına dek sadece dinsel memuriyetlerde bulunan, yani rahibe ya da baş rahibe olabilen kadınlar artık şehir meclislerinde de boy göstermeye başladılar. Çoğu durumda onlar onursal memuriyetlerde bulunurlarken, asıl işi erkekler yapıyordu. Karısı adına yöneticilik yapan çok sayıda erkek vardı. Kocası adına çalışan kadınlar ise hem sayıca çok azdı hem de genellikle kocası öldüğü zaman sınırlı bir süre için ve bir erkek asistanla birlikte görev yapmak üzere memuriyete alınıyorlardı. Roma dönemi yazıtlarından da anlıyoruz ki, bu hayırsever kadınlar, şehirleri tarafından heykelleri dikilerek cömertçe onurlandırılmaktaydılar.

Karia bölgesi, imparatorluk çağında büyük ve zengin şehirleriyle, hayırseverlik geleneğinin canlı bir şekilde yaşandığı yerlerden biriydi. Kadın hayırseverlere ilişkin de çok sayıda örnek barındırıyordu. Bu örneklerden birinde, Aphrodisias kentinden, Diodoros’un kızı ve Attalos’un karısı olan Tata, meclis, halk ve yaşlılar meclisi tarafından heykeli diklerek onurlandırılmıştı. Onur yazıtından anladığımız kadarıyla, tanrıça Hera’nın ve İmparatorluk kültünün rahibeliği dışında resmi memuriyetlerde de bulunmuştu. Önemli yöneticiliklerde bulunan babası ve kocası gibi, “şehrin kurucusu” sıfatıyla onurlandırılmamış olsa da, parasının şehri için çekinmeden harcayan Tata, stephanephoros’luk görevinin yanı sıra, halka yağ ve gıda temin etmek, imparator adına her yıl kurbanlarda bulunmak, komşu şehirlerle birlikte kutlanan festivaller düzenlemek gibi hayırlarda bulunmuş ve bunlara karşılık olarak “şehrin annesi” ünvanını almıştı.

Lykia bölgesi de kadın yöneticilerden yana zengindi. Lykialıların anaerkil bir toplum olduğuna ilişkin 19. yüzyıldan beri süregiden tartışmalar vardır. Bu hipotezin tek dayanağı ise bazı antik yazarlarda geçen ifadelerdir. Herodotos, “Bir Lykialıya kim olduğu sorulduğunda, kendisinin ve annesinin ismini verir.” der. Damaskoslu Nikolaos, Lykialıların kadınları erkeklerden daha fazla onurlandırdıklarını, annelerinin adıyla çağırıldıklarını ve varis olarak oğullarını değil, kızlarını bıraktıklarını yazar. Plutarkhos da, Lykialıların soyadlarını annelerinden aldıklarını doğrular. Bu bilgiler, arkeolojik ve epigrafik verilerle kanıtlanmamış olsa da, bölgede Roma döneminde hatırı sayılır oranda kadının mülk sahibi olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Bu dönemde Lykia birliği yöneticiliği, gymnasiarkhosluk gibi yöneticilikler yapmış, vatandaşlara toprak, yiyecek ya da yağ bağışında bulunmuş ve hayırseverlikleriyle meclis ve halk tarafından onurlandırılmış birçok Lykialı kadına rastlarız.

Kadın yöneticilere en sık rastladığımız şehir ise Ephesos idi. Şehrin prytaneia ve gymnasiarkhosluk memuriyetleri, erkek varis olmaması durumunda kadınlara devredilebiliyordu. M.S. 3. yüzyılda, bireysel bağışlara ilginin iyice azaldığı zamanlarda da, kadınlar hayırsever olarak kocalarının ya da hâmilerinin yanında değil, tek başlarına hareket edebiliyorlardı.

Pamphylia bölgesinde, Side ve Attaleia gibi kentlerde gymnasiarkhos’luk yapmış kadınlara rastlıyoruz. Ancak Pamphylialı yönetici kadınların en güçlüsü ve dolayısıyla da en ünlüsü, Perge’deki Plancia Magna’dır. (Resim 5) M.S. 2. yüzyılda yaşamış olan Plancia Magna, Artemis’in ve Tanrıların Anası’nın rahibesi, İmparatorluk kültü rahibesi ve şehrin en üst yöneticisidir. Perge kentini ziyaret eden biri, daha şehre yaklaşırken, “Şehrin Kızı”nın ismini heykel kaidelerinde ve onursal kemer üzerinde görebilir. Üzerinde Plancia Magna’nın heykelinin bulunduğu kaidelerden biri şu yazıtı taşır:

“Plancius Varus’un kızı,  şehrin kızı, Artemis rahibesi, üç kez şehrin yöneticisi, ömür boyu tanrıların anasının rahibesi ve imparatorların başrahibesi Plancia Magna’nın (heykeli). M. Plancius Aleksandros patroniçesini (onurlandırdı).”

Kadın yöneticiler için hazırlanan onurlandırma yazıtlarında, onların hemen hemen her zaman babaları ve eşleriyle birlikte anılmaları ve iyi birer eş ve anne olarak övülmeleri alışıldık bir durumdur. Kadınlar, sahip oldukları erdemlerle onurlandırılırken her zaman mütevazi, kontrollü, sağduyulu, sadık eş ve anneler olarak yüceltilirler. Plancia Magna ise, babası, eşi ve çocuklarından bağımsız bir figür, tıpkı erkekler gibi dindarlık ve vatanseverliğiyle onurlandırılan bir kadındır ve bu açıdan ünik bir örnek olarak kabul edilebilir.


 Sonuç olarak, ister bir erkek gibi savaşabildikleri için olsun, isterse servetleri sayesinde başa gelsinler, kadın liderler bu coğrafyanın tarihinde yer aldılar. Sayıca azdılar ve siyaseti yönlendirebilecek güce sahip değillerdi. Ama gene de, geçmişte şehirlerin ve krallıkların kaderini elinde tutmuş kadınların coğrafyasında yaşadıkları için kendilerine güveniyorlardı. Roma’nın barış, refah ve siyasi istikrar sağladığı bu çağ, kendilerini gösterebilmelerinin yolunu açmıştı. M.S. 3. yüzyılla birlikte Roma gücünü kaybetmeye başlayınca, bu barış dönemi de yerini savaşlara ve kaosa bırakacak, kaba kuvvetin, silahların ve dinin yönetimi altında kadınlar da, evlerinin duvarlarıyla sınırlı dünyalarına geri döneceklerdi.
*
KAYNAK: Arkeo Duvar  7. Sayı Nisan-Mayıs 2022

Yılların içinden süzülen anılar…





error: Content is protected !!