Anadolu’nun devamı olan ada Samos veya Sisam : İbrahim Fidanoğlu

Üç günlük bir kısa tatile sığdırdığımız ne çok şeyi yaşadık Samos'ta! Nerdeyse adanın tümünü tavaf ederek gezimizi sonlandırdık. Ne mutlu bize ve hala gezebilenlere…

ANADOLU’NUN DEVAMI OLAN ADA;  SİSAM ya da SAMOS

19-20-21 Mayıs 2017
İbrahim Fidanoğlu

Giriş

Kurtuluş’un başlangıcı 19 Mayıs 1919’un hatırasının giderek sisli bir hayale döndüğü günlerden bir gün, Kuşadası’ndan neredeyse Bandırma Vapuru benzeri bir takayla Sisam’a doğru yola çıktık. Ne bilelim; Yunanistan’da da 19 Mayıs, bir anma gününe karşılık gelirmiş; bizim Kurtuluş’un ışığı diye kutladığımız o günü, karşı komşular; 19 Mayıs Pontus Soykırımı diye ahla vahla anarlarmış meğer… Bu işin ironik yanı; bir yanda sisli ve kasvetli bir bayram; diğer yanda bitmek bilmeyen bir hüzün ve kin; komşuların karmakarışık ruh halleri işte.

Sisam’a giderken

Sabah Kuşadası’ndan Sisam’a doğru hınca hınç bir göç vardı sanki. 19 Mayıs günü Sisam’a bir çıkarma yapar gibiydi Türkler. Dilek Yarımadası’nın burnunun dibinde ve ana karadan yaklaşık 1400 metre uzaklıktaki bu adaya yaklaşık 90 yıl önce de insanlar gitti. 90 yıl önceki göç bizimkisi gibi değildi tabii. Hatıraları götürdüler yanlarında; acılarıyla birlikte; karşı kıyıya o insanlar. İçlerinde ihanetin sancısı, tam Megali İdea’yı realize ettik derken, Küçük Asya Felaketi’nin şok dalgaları eşliğinde; beyinlerinde yurt bildikleri topraklardan koparılmış olmanın şaşkınlığıyla nasıl vardılar Gâvur Çamlı’dan, Yoran’dan Samos’a 7-8 Eylül 1922 sabahlarında; kim bilir?

Onların torunlarından biri olan ve şimdilerde Samos’da yaşayan Elsa Hiu, ninesinden ona kalan hikâyeleri bir kitapta topladı ve İzmirli Nine ismiyle her iki yakada da yayınlandı. Kitap iki yakada yaşayan halkların kardeşliğine adanmıştı ve 1997 yılında Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nü kazandı.

Didim’de Apollon Tapınağı’nın hemen yanında; şimdi yıkıntılar içindeki Hieronda ya da Yoran köyünün sakinleriydi onlar. Köyde o günden bugüne kalan en önemli yapı İlahiyatçı Yahya Kilisesi, Apollon Tapınağı’nın tam karşısında şimdi bir cami olarak hizmet veriyor. Kilisenin hemen arkasında ise Miletos’dan Dydma Kutsal Alanı’na uzanan yaklaşık 14 km.lik döşeme hac yolunun izleri sonlanıyor. Yoran’ın yıkık kulübelerinin arasındaki daracık sokaklarında dolaşırken insan, bin yıllar ötesinden gelen bir kültürün çağrısına uyarak sadece anlamaya çalışıyor olanları ve olacak olanları…

Elsa Hiu anlatıyor:

“Alman arkeologlar Apollon Tapınağı’nı yeni kazmaya başlamıştı. İşçilerin başında, eli kırbaçlı Rum bir kâhya vardı. Tapınağın karşısındaki kilisenin papazı Yorgi’nin kapısı çaldı bir gece. Gelen eli kırbaçlı Rum kâhyaydı. Anlattığına göre; bir Rum asilzadeyi karşıdaki büyük adadan getirip dağların tepesindeki bir kulübeye tek başına kapatmışlar. İhtiyaçlarını karşılasın diye bir çobanın karısını hizmetçi tutmuşlar. Asilzadenin yüzü hep kapalıymış. Çünkü o lanet olası hastalık bütün suratını sarmış. Soylu aile, çocuklarının cüzamlı olduğunu ada halkından gizlemek istemiş, ailenin adı kirlenmesin diye. İşte o asilzade, dün sabah ölmüş. Öyküsünü bitirdikten sonra istediğini dile getiriyor Rum kâhya: “Ailesi, ölü duasını senin okumanı istiyor Peder Yorgi. Türklerle sorun çıkmasın diye naaşın buradan başka bir kayıkla açık denize çıkarılmasını istiyorlar. Bakıcı kadın kefenleyecek. Önce kireç kuyusuna atıldı mikrop saçmasın diye. Heykele döndü talihsiz delikanlı.”

Kulübeden cenazeyi almışlar. Önde dört kişi; mumya gibi sarılmış cesedi taşıyor, arkada Peder Yorgi dua ediyormuş. Rum kâhya pedere dönmüş bir ara. “Önümüze gece zaptiyeleri çıkarsa sen konuş. Cüzzamlı ölüyü anlat.”

Sonunda kıyıya varmışlar. Hep beraber binmişler tekneye. Rum kâhya küçücük kumsalı olan kayalıklara gelince, “İndirin” demiş. Pederin şaşkın bakışları arasında kefeni açmaya başlamışlar. Peder Yorgi, dehşetle görmüş taşıdıkları cenazenin, aslında yekpare mermerden bir Artemis heykeli olduğunu. Beddualar etmeye başlamış. Arkasından gümüş buhurdanlığını öne arkaya doğru sallamaya başlamış. “Papaz aklını oynattı” demiş adamlardan biri; “Heykeli tütsülüyor.””(1)

Peder Yorgi, bu öyküyü anlatan Elsa Hiu’nun ninesinin babası. Şimdiki adı Didim olan Hieronda köyünün de mübadeleden önceki son papazı. Yıl 1913 ve henüz sonlanmamış hayat Yoran’da.

Anadolu’da ve Ege adalarında devam ediyor hayat. Mavilikler üzerinden bugün başka göç hikâyeleri kurgulanmakta Ege’de. Yine acıyla yüklü; yine yurt hasretlikleri üstüne… Sığacık’ın ve Didim’in kuytu plajlarından hareket eden lastik botlarla yapılan ölüm yolculukları belki Samos’da, belki maviliklerin derinliklerinde son buluyor. Ama ne gam; bazen ivmesi azalsa da bu ölüm yolculukları bitecek gibi değil; aynı bir bileşik kaplar prensibiyle çalışıyor sanki dünya; bir zamanlar kanını emdikleri biçare halkları çağırıyor sanki metropoller; dünyanın serveti büyük insanlığı çekmekte kendine; ne top, ne tüfek, ne de engin mavilikler; durduramıyor asrın büyük göçünü…

Bu karmaşık duygular içinde; sanki hemen gelivermişiz gibi batı kıyılarına paralel seyrettiğimiz Sisam’a bakarken, Pythagoreion’a ulaşmak nerdeyse 1,5 saati buluyor; sonunda bir yengecin açılan kıskaçları gibi derin bir körfezin dibinde baharla birlikte henüz uyanmakta olan Pisagor’un (Pythagoras) memleketi Pythagoreion’a giriyoruz usulca.

Sisam ya da Samos coğrafyası

Sisam ya da onların deyişiyle Samos adası batısında yer alan İkaria ve güney batısındaki Furni adalarıyla birlikte Yunanistan’ın ana idari bölümlerinden biri olan Samos vilayetini oluşturur. 477 km2 yüzölçümüne sahip Samos, Anadolu anakarasının bir uzantısı olarak yeryüzü şekilleri ve bitki örtüsü açısından Dilek yarımadasına benzer özelliklere sahip ve Anadolu’dan kopmuş gibi… Hele adanın kuzey batısındaki Karlovasi’nin Potami plajından başlayarak yükselen kireç taşı kayalıkların bir dere yatağını izleyerek, giderek bir kanyona dönüştüğü derin vadi, bize Dilek yarımadasındaki topografyayı ve Olukdere Kanyonu’nu hatırlatır. Son derece dağlık bir topografyaya sahip adanın en yüksek tepesi batıda yer alan 1433 metre yüksekliğindeki Kerketeas (ya da Kerkis) Dağıdır. Tarıma müsait düzlükler son derece kısıtlıdır. Derin vadilerle bölünmüş dağlık arazilerde, çalışkan Samos halkının yarattığı son derece düzgün teraslanmış bağ ve zeytin tarımına uygun alanlar dikkat çeker.

Adanın temel ekonomik faaliyet alanları turizm ve tarımdır. Yıllardır Vatikan’ın en önemli şarap tedarikçisi olmakla övünen Samos’un; özellikle dik yamaçlarında oluşturulmuş teraslarında sürdürülen bağcılık ve şarapçılık faaliyetleri ile zeytin ve narenciye yetiştiriciliği en öne çıkan tarımsal faaliyetler içinde yer almaktadır.

Pythagoreion

Samos’un güney batısında korunaklı bir koyun dibinde konumlanmış Pythagoreion, Ege Denizi’nde yer alan birçok ada yerleşimi gibi sahilde başlayarak tepelere doğru tırmanan daracık sokaklar; merdivenlerle ulaşılan evlerin arasındaki dar geçitler ve birbirinin üstünde yükseliyormuş hissini veren ve bir üzüm salkımı gibi tepenin yamaçlarına yayılan evlerden oluşuyor. Bir yay şeklindeki Pythagoreion’un küçücük rıhtımı, bizim Marmaris ve Bozburun’un lokantalarla çepeçevre ele geçirilmiş sahil bandını bir o kadar andırıyor. Zengin deniz ürünü çeşitliliği ile dikkat çeken bu lokantaların arasından kuzeye doğru yönelen yol, Pythagoreion’un alışveriş mekânlarının bulunduğu ana caddesini oluşturuyor. Adanın tek havaalanı da limanın batısındaki Chora düzlüğünde ve kıyıya paralel bir konumda yer alıyor.

Rıhtımın güney ucunda yer alan Pisagor heykeli, aslında ismiyle müsemma bu kasabanın da tarihine doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Geometri derslerinden hatırladığımız ve asla unutmadığımız Pisagor teoreminde sözü edilen hipotenüsün karşısındaki dik kenarı kendi vücuduyla tamamlayan bir figür şeklinde temsil edilen Pisagor, elinde tuttuğu bir gönyeyle de; bize bir üçgenin dik kenarlarının karesinin toplamının hipotenüsün karesine eşit olduğunu hatırlatıyor. Heykelin yer aldığı güney rıhtımının arkasındaki plaj ise, kasabanın içinden denize ulaşmak için uygun bir nokta olsa gerek.

Kasabanın eski ismi tava anlamına gelen Tigani imiş; ancak 1955 yılında Belediye Meclisi’nin kararıyla kasabanın adı, buralı olan İlkçağ’ın büyük düşünürü Pisagor’un hatırasına atfen Pythagoreion’a dönüştürülmüş.

Pythagoreion’a ayak bastığımızda; limanın güney batısındaki alçak tepenin üstünde konumlanmış ve 19.yy. Yunan Ayaklanması’nın yerel liderlerinden olan Lykourgos Logothetis’in ismiyle anılan Lykourgos Kulesi ve hemen arkasında yer alan Metamorphosis Kilisesi ilk dikkatimizi çeken yapılar oldu. Kıyı boyunca batıya doğru uzanan İlkçağ yerleşimi Samos’un kalıntılarının yer aldığı geniş kıyı bandının hemen önünde yükselen kalenin yapımında, bu kentin antik yapı taşlarının kullanıldığı anlaşılıyor. Kaleye yönelecek saldırıları püskürtmek amacıyla giriş kapısı yakınlarındaki seng-i endaz adı verilen ve bizim Batı Anadolu’daki bazı kalelerde ve Aydın civarındaki Menderes Kuleleri’nde görebileceğimiz; düşmana kızgın yağ ve taş atılan oluk örneklerine bu yapıda da rastlıyoruz. Rivayet odur ki; kalenin konumlandığı tepe Antik Samos’un akropolüydü. Kale ise, 1824 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı Sisam ve Sakız merkezli gelişen ayaklanmada askeri amaçlı önemli bir işlev görmüş.

Arkasındaki Metamorphosis Kilisesi ise kasabanın hemen hemen her yerinden seçilebilecek irilikte bir yapı olarak dikkat çekiyor. Kilisenin güney yönünde; Lykourgos Kulesi’nin alt düzleminde ise Pythagorieon’un mezarlığı yer alıyor.1833 yılında Türklere karşı adadaki ayaklanmanın önderi konumundaki Lykourgos Logothetis tarafından Metamorphosis gününde (6 Ağustos 1824) Türklere karşı kazanılan zaferin anısına yaptırılmış olan kilise, İsa Peygamber’in peygamber katına yükselişini temsil eden dönüşümüne (metamorphosis) adanmış. Her 6 Ağustos günü, her iki olay; yani hem metamorphosis, hem de 1824’de Türklere karşı kazanılan zafer, bu kilisenin bulunduğu düzlemde törenlerle kutlanırmış. Halen kilisenin dış cephelerinde ve kiliseye bitişik eklentilerde restorasyon faaliyetleri sürdürülüyor. Kilisenin görevlisi bir yaşlı hanımın bizi içeri davet etmesi sayesinde kilisenin içini de görme fırsatımız oldu.

Pythagoreion; tertemiz sokakları, belki turizm sezonunun hemen arifesinde olmanın sakinliğiyle ziyaretçisine konforlu bir dinlenme olanağı sunuyor aslında. Baharla birlikte vişneden mora doğru değişen rengârenk çiçekleriyle evlerin avlularından sokaklara taşan begonvillerin görünümleri ise anlatılacak gibi değil. Neredeyse her evin avlusunda bu çiçeklerden var. Tepeye doğru tırmanan daracık sokaklar ya da merdivenlerin yüzeyi muhtelif desenlerle; mavi-beyaz renklerde bezenmiş durumda. İnsan sokaklarda yürürken basmaya kıyamıyor doğrusu sokaklara ve kaldırımlara.

Çok sayıda mütevazı otel ve pansiyon ziyaretçilerini bekliyor Pythagoreion’da… Aslında sıradan bir sokakta geniş ya da küçük bir avluda sımsıcak restoranlar ya da kafeteryalar davetkâr bir edayla çağırmakta ziyaretçisini. Akşama doğru; güneşin etkisinin azaldığı anlarda; kıyıdaki kahvehanelerden birinde soluklanmak; denize karşı kahvenizi yudumlamak ya da ara sokaklarda aniden karşınıza çıkan tahta sandalyeli bir eski kahvehanenin sundurma altına sığınmak; tepelere doğru tırmanırken, yorulduğunda insan; ne güzel bir an…

Pythagoreion’da İlkçağ’ın Samos’undan kalan en önemli alan bu adada doğduğu kabul edilen Tanrıça Hera’ya adanmış Heraion Kutsal Alanı… Bunun dışında ne var bu alanda; Roma döneminden kalan hamam kalıntıları, Bizans döneminden kalma bir bazilikanın temelleri ve İlkçağ’dan beri varlığını koruyan Glyfada Gölü’nün sınırlarını çizen duvarlar… Yaklaşık kıyı düzleminden 125 metre kadar yüksekteki bir yamaçta ise, adanın en önemli kutsal mekânlarından birisi olan Spiliani Manastırı bulunuyor. Bu manastırın önemi ise, üzerine kurulu olduğu bir mağara içindeki ayazma ve Bakire Meryem’e adanmış bir mağara kilisesinin varlığından kaynaklanıyor. Mağaranın yukarısındaki üst düzlemde ise, çocukları olmayanların ziyaretine mazhar olan ve Aziz Yorgo’ya adanmış bir başka kilise daha var. Kıyıya hâkim benzersiz panoramik manzarası ve kara servilerin koyu gölgesi altındaki tatlı serinliğiyle hatırlayacağımız bu kilisenin avlusundan Pythagorieon’a ve açık denize doğru bakmak benzersiz bir keyif anı şüphesiz.

Restorasyonunun sürmesi nedeniyle; Tiran Polykrates zamanında kente içme suyu temini amacıyla, Kastro Dağı’nda Atinalı Mimar Eupalinos tarafından açılan ve onun adıyla anılan Eupalinos Tüneli’ni gezemedik. Tünel, kare kesitli; yüksekliği ve genişliği 1,8 metre, uzunluğu ise 1036 metre olup Unesco Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor. Tüneli ilk kez 1703’de Fransız botanikçi ve gezgin Turnefort, Tigani’ye geldiğinde tespit etmiş, ama çökme olduğu için içine girememiş. Tünelin bir uçtan diğerine dek temizlenip açılması ise, 1882-1884 yılları arasında gerçekleştirilmiş.

Pythagorieon’a ismini veren adam; Pythagoras (Pisagor)

İsmi Samos Adası ile özdeşleşen İyonyalı ünlü matematikçi ve filozof Pisagor (Pythagoras) Samos’da doğmuştur. Yaşam yılları, Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nin Pitagorasçılık maddesinde İ.Ö. 580-504 yılları olarak veriliyor. Bir elmas yontucusunun oğlu olan Pythagoras, ilk eğitimini doğduğu ada Samos’da alır. Daha sonraları; babasıyla birlikte ticaret amaçlı uzun yolculuklara katılır. Bu seyahatler, ona farklı kültürler, insanlar ve bilgilerle tanışma olanağını verir. Bu vesileyle tanıştığı Miletoslu Thales’in bilgilerinden yararlanır. Thales, ona Doğu’ya ve Mısır’a gitmesini önerir. Kırk yaşlarındayken o sıralar Samos’u yöneten Tiran Polykrates’in zorbalığından rahatsız olarak Samos’u terk eder; Mısır’a, Babil’e, İran’a ve Hindistan’a kadar uzanır. En sonunda yeniden Samos’a döndüğünde, hala Polykrates’in iktidarda olduğunu görerek Samos’dan bir daha dönmemecesine ayrılarak İtalya’nın Kroton kentine yerleşir ve Helen düşüncesini bir anlamda Batı’ya taşır. Pythagoras, yirmi yıl kadar Kroton’da kaldıktan sonra İtalya’nın doğusunda başka bir kente, Metapont’a göç etmiş ve orada ölmüştür.

“Pisagor, Syros’lu Pherekydes’in öğrencisiymiş. Kimi antik çağ kaynaklarına göre İran’a gitmiş ve Zerdüşt’le görüşmüş. Ondan var olan bütün şeylerin iki nedeni olduğunu, bu nedenlerden birinin baba-ışık ve ikincisinin ana-karanlık olduğunu; ışığın bölümlerinin sıcak, kuru, hafif, hızlı ve karanlığın bölümlerinin soğuk, yaş, ağır, yavaş olduğunu öğrenmiş. Zerdüşt’ten öğrendiğine göre; evren, bunların; erkekle dişinin bir araya gelmesiyle kuruluyormuş.

Kimi kaynaklara göre de Hindistan’a gitmiş ve Buda’dan tek ve çift ikiciliğini, ruh göçünü, et yememeyi, bekâr kalmayı, sert bir düzen içinde birlikte ve topluca yaşamayı, kendi kendini yoklamayı ve derin düşünmeyi, insanlara bağlanmayı ve onlara karşı iyi ve doğru olmayı öğrenmiş. Ruhun ölümsüzlüğü ve kalıptan kalıba göçüş bilgisini, “kosmos”un yasalılığı ileri süren Milet öğretisiyle kaynaştırmış. Kosmik devimin ilksiz ve sonsuz çevrimine insan ruhunun çeşitli bedenlerden geçerek aynı biçime dönüşünün (reenkarnasyon inancı) çevrimini katmış.

Pythagoras “bir gün gelecek, ben elimdeki bu değnekle gene karşınızda ders vereceğim” dermiş. Ksenophanes’in bildirdiğine göre bir köpeği kıyasıya döven bir kişiye “dur, vurma artık, dost bir kişinin ruhu var bunda, tanıdım onu sesini duyunca” demiş. Tarihçi Herodotos da, ad bildirmeden, bu konuda şunları söylemektedir: “İnsan ruhunun ölmez olduğunu, vücut yok olunca her defasında ruhun başka bir canlı varlığa girdiğini; toprak, deniz ve havadaki bütün varlıkları dolaştıktan sonra da yeniden o zaman doğan bir insan vücuduna geçtiğini ve onun bu dolaşmasının üç bin yıl sürdüğünü anlatan Mısırlılardır. Bu öğretiyi sanki kendi mallarıymışcasına kullanan Hellen’ler olmuştur. Bunların adlarını biliyorum, ama söylemem.”

Gerçekten de bazı kaynaklar, Pythagoras’ın Mısır’a gittiğini, orada Hermes’in öğrencisi olduğunu, Memphis tapınağında yirmi yıl kaldığını, yurduna döneceği sırada Mısır’a İranlıların saldırdığını, İranlıların birçok Mısırlılar gibi onu da kendi yurtlarına götürdüklerini (Zerdüşt’le görüşmesi de bu sırada olmalı), tutsaklığının on iki yıl sürdüğünü, böylece otuz iki yıl süren bir ayrılıktan sonra yurduna dönerek Delphoi tapınağına yerleştiğini ve dört dereceli gizli bir okul kurarak derslerine başladığını ileri sürmektedirler.

Ne var ki; bilimsel olarak bu kaynakların hiç birinin doğruluğu tanıtlanmamıştır. Bu konunun bilginleri Pitagorasçılığın “Yunan din tarihinde görülen ilk mezhep” olduğu görüşünde birleşmektedirler.”(2)

Pythagoras’a göre “evren, bir sayı uyumudur.”

“İnsanlar bir’le sayar, bir’le düşünürler. Bir, insanla Tanrı arasında ortak bir ilkedir. Bir, bilenle bilineni, düşünenle düşünüleni birleştiren ortak bir ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün öbür ucu niçin görünmüyor? Onu görebilmek için onunla birleşmek gerekir. Ona benzemeye çalışarak ona yaklaşabilir. İnsan eşya gibi edilgin değil, onun gibi etkin olmalıdır. İnsan kendisini böylesine yüceltmek için çalışmalıdır (İnsanca ölümlü, Tanrıca ölümsüz olmak da elimizde diyen Hermes’i hatırlayınız). Bir, erkek bir ilkeyle dişi bir ilkenin birleşmesidir. (Orpheus da şu mısraı söylüyor: Tanrısal karı ve koca olan Zeus…) Gücünüz yeterse sonsuz âlemleri idrakinizle kucaklayınız, orada bulacağınız şey şu olacaktır: Yaratıcı düşünce ve o yaratıcı düşünceyle sarmaş dolaş ruh, can ve ben… Evrenin her yönünde rastlayabileceğiniz bu üçlükle, o üçlüğün ilkesi olan teklikten başka hiçbir şey yoktur. Evrensel üçleme, Tanrısal birliktelik (vahdet) içindedir.

Pythagoras’ın beden, can, ruh üçlemesi Hint’in Brahma-Vişnu-Şiva üçlemesine uygun olduğu gibi, Hıristiyanlığın baba-oğul-ruhülkudüs üçlemesini hazırlamıştır (Teslis). Bu üçlüğün ortak ilkesi de Hermes monoteisme’inin buluşu olan teklik’tir. Teklik, üçlüğü özetlediği gibi, üçlükle birleşerek dörtlük görünüşünde de bulunabilir. İşte Pythagoras’ın sayılar biliminin ana ilkeleri, bu ilk dört sayıda toplanmaktadır. Öteki sayılar, bu dört sayının birbirleriyle çarpılması ve toplanması sonunda elde edilebilirler. Örneğin kutsal yedi, üçle dördün toplanmasından meydan gelir ve insanın Tanrıyla birliğini belirtir. Kutsal on, ilk dört sayının toplamına eşittir ve Tanrılığın sürekliliğini anlatmaktadır.”(3)

Adadaki gezimizin ikinci gününde Heraion ziyareti sonrasında; adayı güney doğudan kuzey batıya doğru bir daha kat ettik; Karlovassi’ye doğru… Yolda Pyrgos’un ve Koumaradei’nin içinden geçtik. Koumaradei’de ise kısa bir kahve molasında soluklandık. Yemyeşil vadilere bakan bir sekide kurulu Panorama Kafenion’un balkonundan bağları doya doya seyretmenin keyfi bambaşkaydı. Ama bir de kahvehanenin girişindeki hediyelik eşya satan dükkânda Pisagor’un Adalet Kupaları da vardı. Ondan da söz ederek Pisagor’un hatırasını bir kez daha yâd ettik Koumaradei’de…

Adalet Kupası, ters çan şeklindeki; topraktan yapılan ve zamanında herhalde şarap içmek için kullanılan bir kupa. Ama bir özelliği var; eğer şarabı aç gözlülükle sınır çizgisinden daha fazla doldurursanız, kupadaki tüm şarap; biraz önce dökülmeden dururken, artık dibindeki küçücük bir delikten tümüyle aşağıya doğru boşalmaktadır. Pisagor, 2500 yıl önce bu kupayı icat ederken şu mesajı vermiş olmalı:

“Azla yetinmeyen elindekinin tümünü de yitirir. Çoğu da asla bulamaz.”

İlkçağ’ın büyük düşünürünün vermek istediği hayata dair mesaj da şudur herhalde:

“İnsan bazen yaşamın sundukları ile yetinmeyi bilmeli, çünkü daha fazlasını arzularken elindekiler de kayıp gidebilir. Aynen kupadaki şarap gibi…”

Hera Tapınağı ve Kutsal Alanı (Heraion)

Hera Tapınağı, Pythagoreion’a yaklaşık 6 km uzaklıkta ve Ireon köyü yakınlarında; deniz kıyısına paralel bir konumda yer alıyor. Antik Yunan Mitolojisi’nde Gök Tanrısı Zeus’un eşi ve kardeşi olan Hera’nın Samoslu olduğu kabul edilmektedir. 4 Avro değerinde bir biletle girilebilen ören yerinde, gruplar için mutlaka yerel rehber kullanma zorunluluğu bulunuyor. Tapınak alanına girişten itibaren başlayan ve yaklaşık 100 metreden fazla bir uzunluğa sahip kutsal yol ile ulaşılıyor.

Kutsal alanla ilgili Hera kültünün Geç Bronz Çağı’na dek dayandığı; ama özellikle İ.Ö. 2.bin yılın 2.yarısına denk düşen Miken Dönemi ile ilişkilendirildiği; Pausanias’ın tanrıçanın ahşaptan ilk heykelini Argoslu Argonaut’ların Samos’a getirdiklerini aktardığını; İonların tapınağın bulunduğu alanda Hera’ya benzettikleri bir ağaç kütüğü bularak buraya bir sunak yaptıklarına dair bilgiler mevcut.

İ.Ö. 8.yy.da, mevcut sunağın yanına ilk kez 100 feet (ayak) (hekatompedos=100 ayak) uzunluğunda Hera Tapınağı (Hekatompedos I) inşa edilmiş. 7.yy.da ise, tahrip olan tapınağın yerine taştan bir platform üstüne ahşap sütunlarla çevrili yeni tapınak (Hekatompedos II) yeniden yapılmış. Ama esas İlkçağ’ın büyüleyici yapısı, İ.Ö. 570-560 yılları arasında mimar Rhoicus ile sanatçı Theodoros tarafından ortaya konmuş. Dipteral formlu (çift sıra sütunlu) yeni tapınağın boyutları 52,5*105 metre imiş. Tapınak, Batı Anadolu’da Ephesos’daki Artemis Tapınağı’ndan sonra ikinci sırada yer alırmış o zamanlar. 155 adet olduğu söylenen yivli dev sütunların yüksekliği yaklaşık 18 metre kadarmış. Bugün bu sütunlardan sadece biri tapınağın güney tarafında ayakta duruyor.

İon mimarisinin en önde gelen örneklerinden biri olarak değerlendirilen bu üçüncü faz Hera Tapınağı, ne yazık ki tamamlanmasından birkaç yıl sonra yaşanan büyük bir deprem sonucunda yıkılmış. İ.Ö. 538’de Samos’da gücü devralan Tiran Polykrates, yıkılan tapınağı yeniden yapmak istese de; İ.Ö. 522’de bir Pers saldırısında Polykrates’in öldürülmesi sonucunda tapınağın inşa süreci yarıda kalmış.(4)

Strabon’un Heraion ve Antik Samos ile ilgili aktarımları ise şöyle:

“Maindros’un denize döküldüğü yerlerden sonra, yukarı kısımlarında Priene kentinin ve üstü yabani hayvanlarla dolu ve ağaçlarla kaplı olan Mykale Dağı’nın (Dilek yarımadasındaki Samson Dağı) bulunduğu Priene kıyısı gelir. Bu dağ, Samos topraklarının yukarısında yer alır ve Trogilion denilen dağlık burnun (Dilek yarımadasının Samos’a doğru uzanan ucu) ucundan Samos’a doğru uzanarak, yaklaşık yedi stadia genişliğinde bir boğaz meydana getirir.

Trogilion burnu yönünde aynı isimde bir ada uzanır. Oradan Sunion’a (Attika yarımadasının güneyindeki burun) en yakın geçit bin altı yüz stadiadır; bir kimse yolculuk sırasında önce sağ tarafta Samos, İkaria ve Korsia’yı ve sol tarafta Melantion kayalıklarını görür ve yolun geri kalan kısmı Kyklad adalarının ortasından geçer. Trogilion denen burun, Mykale Dağı’nın mahmuzu gibidir.

Trogilion burnundan Samos’a uzaklık kırk stadiadır. Hem Samos, hem de bir deniz üssüne sahip olan limanı (Pythagoreion kast ediliyor) güneye bakar. Samos’un büyük bir kısmı deniz seviyesindedir ve deniz tarafından yıkanır, fakat bir kısmı da bu düzlüğün gerisinde tepeye doğru yükselir. Bir kimse kente deniz tarafından gelirken, sağda Mykale Dağı ile birlikte yedi stadia uzunluğunda olan ve üzerinde Poseidon tapınağı bulunan Poseidon burnu ile (Didim yakınlarında) karşılaşır. Bunun karşısında Narthekis denen ada ve solda Heraion dolayındaki dış mahalleler, İmbrassos çayı (Hera Tapınağı’nın yanındaki dere yatağı; İlkçağ’da Tanrıça Hera’nın bu ırmağın kıyısında doğduğuna inanılırmış) ve eski bir tapınak ve şimdi içinde tabletler bulunan büyük bir şapelden meydana gelen Heraion bulunur. Buraya yerleştirilmiş tabletlerden ayrı olarak, adak tabletlerinin durduğu diğer hazineler ve eski sanat yapıtlarıyla dolu bazı küçük şapeller de vardır. Çatısı açık olan tapınak da en mükemmel heykellerle doluydu. Bunlar arasında, bir kaide üzerinde ve Myron’un eseri olan üç anıtsal heykel yer almaktadır. Antonius, bu heykelleri buradan alıp götürdü. Fakat Augustus Caesar, bunlardan ikisini; Athena ve Herakles’inkini aynı kaide üzerine koydurarak geri verdiyse de Zeus’inkini Capitolium’a (Roma’daki ünlü bir tepe) taşıttı ve onun için orada küçük bir şapel yaptırttı.”(5)

Atinalılar, İ.Ö. 439’da Samos’u işgal ederler. Birçok Samoslu bu süreçte sürgüne gönderilir. Adaya Atinalılardan yerleştirilenler olur bu ara. Onlar da yanlarında kendi tanrılarını ve inançlarını da getiriler birlikte. Ekonomik iyileşmeyle birlikte; Heraion’da İ.Ö.322’de Samosluların yeniden yurtlarına dönüşleri sonrasında yeniden dinsel aktiviteler hareketlenir. Heraion, bu dönemde Samoslu politikacıların kendilerini tanıttıkları bir yer işlevi de görür. İ.Ö. 1.yy.da Samos, Roma egemenliğinde bir bölgeye dönüşür. Avgustus’un hükümranlığı döneminde Samoslular, Roma ve Avgustus’u onurlandırmak için Hera sunağını (altar) ve tapınağını geliştirerek büyük bir tapınak yaparlar. Bu dönemde Hera, bir kült olarak; Avgustus’un eşi Livia ile bütünleşir.

Hera Kutsal Alanı’nda 1855 yılında yüzey araştırmalarıyla başlatılan ilk arkeolojik kazılar, bugüne dek; başından beri Almanlar tarafından sürdürülüyor. Ören yerinin denize yakın konumdaki geleneksel mimarinin izlerini taşıyan kazı evinde; Hera Kutsal Alanı’nın arkeolojik tarihçesi ile ilgili sergilenen dokümanlarda, kazının kilometre taşları ve gelişimi anlatılıyor. Kazı evinin bulunduğu sekinin eteklerini ise, denizin dalgaları yalıyor bugün de. Kıyıda denizin tuzuna dayanıklı ılgın ağaçları, rüzgâra karşı saygıyla eğilerek kendilerini bugüne taşımışlar. Hele ki bir tanesi eşsiz… Köpüren dalgalarda belki de; Hera’nın karşı kıyıya dek taşınan kıskançlık hikâyeleri var; Rüzgârlı Mimas’a ve onun eteklerinde casusluk nöbetleri tutan iris çiçeklerine kadar…

Samos’un başkenti Vathi ya da Samos

Adanın başkenti kabul edilen Vathi, Samoslular tarafından Samos olarak da isimlendiriliyor. Vathi, adanın en büyük yerleşimi; limanın arkasındaki tepelere doğru yükselen ve oldukça geniş bir alana yayılmış kasabanın nüfusu 9.000 civarında. Kasabanın Pythagoreion girişinde adanın meşhur muskat üzümlerinden yapılan şarapların üretildiği Şarap Üreticileri Birliği’nin şarap fabrikası, yıllanmış şarapların depolandığı mahzenler ve eskiden üretim yapılan tesisin dönüştürülmesiyle elde edilen alanda sergilenen her türlü üretim elementi ve dokümanının sergilendiği bir şarap müzesi bulunuyor. Vatikan’ın uzun yıllardır şarap tedarikini gerçekleştiren ada halkı, bununla gurur duyuyor. Adada Samos’a özgü oldukça tatlı beyaz şaraplar üretiliyor. Tavernalarda yemek sonrası müşteriye ücretsiz olarak sunulan bu şarapların bir yemek eşlikçisi olma özelliği pek yok.

Her ne kadar Samoslular bugün için ürettikleri şaraplarla övünseler de İlkçağ’ın ünlü coğrafyacı ve gezgini Amasyalı Strabon aynı fikirde değil. Samos şarapları için Strabon, Geographika’da şöyle diyor:

“Civarındaki bütün adalarda ve ada olmayan komşu ülkelerin çoğunda, örneğin; Khios, Lesbos ve Kos adalarında en iyi şaraplar elde edilmesine rağmen Samos adasında iyi şarap çıkmaz. Gerçekten de Ephesosluların ve Metropolislilerin (Torbalı) şarapları iyidir. Mesogis Dağı (Aydın Dağları), Tmolos Dağı (Bozdağ) ve Katekekaumene ülkesi (bugünkü Kula), Knidos (Datça) ve Smyrna (İzmir) ve diğer az önemli yerler; hem zevk vermek, hem de tıbbi amaç için kullanılan çok iyi cins şarap elde ederler. Samos, şarap bakımından talihli sayılmaz, fakat diğer bakımlardan mutlu bir ülkedir.”(6)

Vathi’nin liman çevresinde gelişen son derece hareketli merkezine Kato Vathi, onun üstündeki tepelere doğru yükselen üst mahallelerine ise Ano Vathi adı veriliyor. 1930’lu yıllardan kalma bir aslan heykelinin yer aldığı kasabanın deniz kıyısındaki oldukça geniş Pisagor Meydanı’nda yer alan restoran ve kafeteryalar bir dolup bir boşalıyor. Meydanın arkasındaki cadde, denize paralel bir şekilde iki yöne doğru alışveriş mekânlarının yoğun olarak konumlandığı bir hattı temsil ediyor. Meydandan biraz daha içerilere doğru yüründüğünde; bir parkın arkasına yerleşmiş Vathi’nin kamusal yönetim binaları, Samos Arkeoloji Müzesi ve tarihi Agios Spyridon Kilisesi’nin bulunduğu ve kiliseyle aynı isme sahip meydana ulaşılıyor.

Kilisenin tarihsel önemi, adanın Yunanistan’a ilhak edilmesi kararının bu kilisede alınmasından ileri geliyormuş. Kilisede her yıl 12 Aralık günü; kilisenin ithaf edildiği Aziz Spyridon Yortusu düzenleniyor. Aynı meydanda yer alan Samos Arkeoloji Müzesi ise oldukça göz alıcı eserlerle dolu. Antik Samos’un tarihini parlatan bu nadide parçalar, karşı karşıya konumlanmış iki ayrı binada sergileniyor. Özellikle Yunan Heykel Sanatı’nın Mısır’dan etkilenen ilk dönemlerine ait; ellerin bedenlere yapışık bir şekilde temsil edildiği İ.Ö. 6.yy.dan kalma 4,8 metre yüksekliğindeki Kouros (erkek) ve Kore (kadın) heykelleri son derece önemli bir yer tutuyor. Hera Kutsal Alanı’ndan çıkarılan; ama aynı zamanda Asur, Babil, Mısır ve İran gibi farklı yerlerde üretilmiş değerli buluntular da müzede sergileniyor. Ayrıca, seramik, bronz ve fildişinden minyatür ölçekte savaşçılar, tanrı ve tanrıça heykelcikleri ve hayvan betimlemeleri, cam ve süs eşyaları, İlkçağ’dan günümüze dek ulaşabilmiş ahşap figürinler ve mobilya parçaları sergilenen objeler içinde ayrıca dikkat çekiyor.

Rıhtımda yer alan terk edilmiş eski bir otelin önündeki büyük afişten otelin yeniden tasarımı ile ilgili bir yarışmadan haberdar oluyoruz. Hemen yıkıp yerine bir alışveriş merkezi dikmek gibi cince bir fikir bu Yunanlıların aklına gelecek gibi değil. Velhasıl; palikaryaların bizden öğrenecekleri çok şey var daha(!)

Yazı karşılamaya hazırlanan Vathi’nin merkezinde 19 Mayıs ile ilgili afişler dikkat çekici. Belli ki biz gelmeden önce belki de bir tören vardı; Pontus Günü için. Onu anmaya dönük dükkân vitrinlerinde yer alan afişlerden anlıyoruz bunu. Ama bizim gitmemiz gerek; yolumuz Kokkari’ye doğru; kıyıdan kıyıdan.

Kokkari ve Vourlates (Vourliotes)

Vathi’nin 10 km kuzey batısında yer alan ve Türkçe’de küçük soğan anlamına gelen Kokkari, çevresindeki benzersiz koyları ve tertemiz plajları ile adanın kuzey kıyısında ün salmış önemli bir turistik yerleşim. Merkezinde sahil boyunca son derece lezzetli deniz ürünleri (kalamar, ahtapot ve diğerleri) pişiren tavernalar dizilmiş sıra sıra. Normalde yaklaşık 1000 civarı bir nüfusun olduğu bu köyde yazın oldukça kalabalık zamanlar yaşanıyor. Bu arada; yakınlarda yer alan Lemonakia (Limancık) ve Tsamadou plajları ise Samos adasında çıplakların denize girebildiği nam salmış yerlerdenmiş.

Kokkari’de yer alan ve denizcilerin koruyucusu Aziz Nikolas’a adanmış Aziz Nikolas Kilisesi, buradaki en önemli dini yapılardan biri. Kıyıdan biraz içeride; araçların park ettiği alana yakın bir yerde konumlanmış Aziz Nikolas Kilisesi, iki adet çan kulesi ve dış duvarlarındaki örgü işçiliği ile dikkat çekiyor.

Kokkari’nin arka dünyasında; tepelerde yer alan dağ köyleri ise ayrı bir güzel. Bunlardan bir tanesi de Urla’dan gelen mübadillerin yerleştirildiği söylenen Vourlates (Vourliotes) köyü. Engebeli bir dağ yolunu takiben yılan gibi tırmanarak ulaşılan yaklaşık 350 metre yüksekliğindeki Vourlates’e doğru; yamaçlarda ilkin; son derece bakımlı bağ ve zeytin terasları karşılıyor bizleri. Adanın meşhur muskat üzüm bağlarını ilk burada görüyoruz yakından. Zeytinlikler de bir o kadar düzenli ve temiz. Sekiler o kadar özenilerek yapılmış ki, hayran olmamak elde değil. Rodos’ta turizmin getirdiği refahla ters orantılı olarak kırsaldaki başıboş bırakılmış zeytinlikleri hatırladığımızda Samos bizde ayrı bir sempati yaratıyor doğrusu.

Köy, yaklaşık 1000 metre yüksekliğindeki Ampelos (Lazarus) Dağı’nın eteklerinde; 16 yüzyılda kurulmuş eski bir yerleşim. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi 1924 Nüfus Mübadelesi sonrası adaya Urla’dan gelen Rumların bir kısmı buraya yerleştirilmiş.

Vourlates, kafenion’larla etrafı sarılı küçük bir meydana açılan daracık sokakları, kurulu olduğu yamacın yukarılarından aşağılara doğru sevimli köy evlerinin bir üzüm salkımı gibi saçıldığı şirin bir görünüme sahip. Köyün daracık sokaklarında arabayla ilerlemek pek mümkün değil. Köyün girişindeki daracık alan da, park için yeterli değil. Ama yapacak bir şey yok. En güzeli; köye daha girmeden uygun bir yerde araçlardan inmek ve köyü yürüyerek dolaşmak…

Köyün bağlarla kaplı kırsalına doğru açılan son evlerinden sonra küçük bir şapel ve köyün mezarlığı yer alıyor. Tabii ki tertemiz… Yol üstünde olgunlaşan kirazlardan tadıyoruz bu arada. Biraz ileride ise; altımızdaki bir bahçede yer alan dev boyutlu bir kiraz ağacını fotoğraflıyoruz. Sessiz ve sakin sokaklarında dolaşırken köyün ziyaretçileri tarafından ele geçirilmiş meydanı dışında pek de kimseyi görmek mümkün değil ortalıklarda. Sokaklar yine muhtelif çiçek ve geometrik desenleriyle bezenmiş durumda. Birkaç köy kilisesinin yanından geçerek yeniden meydana ulaşıyoruz. Şimdi bir kahve zamanı…

Karlovassi ve Potami

Karlovassi, Samos’un kuzey kıyısındaki en önemli limanlarından biri. Vathi’nin 32 km kadar kuzey batısında yer alıyor. Dağdaki Karlovassi en eskisi; Paleo Karlovassi adıyla anılıyor. Deniz kıyısında kurulu diğerleri ise Orta (Meseo) ve Yeni (Nea) Karlovassi olarak adlandırılıyor. Arkamızdaki bir tepenin üstünden Agia Triada Kilisesi, tüm Karlovassi’yi seyrediyor. Kasabanın 3 km kadar güney doğusundaki Kontaika’ya giden yolun kıyısında ise 18.yy.dan kalma Profiti İlias (İlyas Peygamber) Manastırı bulunuyor.

Rivayet odur ki; Karlovassi’nin ismi de Türkçe’den geliyor; Karlıova anlamında… Hikâyesi ise şöyle; adaya yaklaşmakta olan Osmanlı denizcileri, kıyıdaki kireç taşından kayalıkları ve önündeki bembeyaz plajları görünce Karlıova deyivermişler buraya; ismi de Karlıova’dan Karlovassi’ye dönüşmüş Yunanca’da. Ama başka rivayetler de mevcut; örneğin buranın İkarian Kolonisi anlamındaki Kariova sözcüğünden ya da yerel bir soyadı olan Karlovas sözcüğünden türemiş olabileceği de ileri sürülüyor.

Sahilde 19.yy.dan kalma deri tabaklama tesislerinin izleri var bugün. Orta Karlovassi’de ise, eski deri tüccarlarının; refah dönemlerinin yansımaları olan neoklasik tarzda inşa edilmiş sayısız konak ve köşkü yer alıyor. Geniş avlularda yükselen bu göz alıcı yapılar, Karlovassi’nin simgesi gibi. Yine Orta Karlovassi’de; gösterişli Agias Nikolaos (Aziz Nikola) Kilisesi’nin yakınlarında, çınar ağaçları altındaki koyu gölgeli avlusunda yemek yediğimiz kırmızı et yemekleriyle öne çıkan Diyonisos isimli tavernayı da Karlovassi adına not etmeliyiz.

Karlovassi’nin daha batısında ise Potami plajı ve derin bir vadinin dibinde 11.yy.dan kalma Metamorphosis isimli Bizans kilisesi ile plajdan içerilere doğru nüfuz eden sevimli bir dere yatağı yer alıyor. Plajdan; Dilek Yarımadası’ndaki Oluklu Kanyonu andıran kanyonun içlerine doğru girildikçe, iki tarafında kireç taşı kayalıkların yükseldiği bu sevimli derenin çevresinden ilerleyen bir yürüyüş parkuru, zaman zaman küçük ve eğreti tahta köprülerle dereyi atlıyor. Birkaç kilometre içerilere doğru giren ve giderek daralan bu dere yatağı, sonunda Potami şelalesinde ve bir küçük gölcükte sonlanıyor. Yürüyüş sırasında kafanızı kaldırıp ağaçların yaprakları arasından görünen, dik kayalıkların üstündeki mavi göğü seyretmek ayrı bir güzel; aynı Oluklu Kanyon’daki gibi…

Potami kıyıları eşsiz güzellikte bir manzaraya ve denize sahip. Kıyıdaki küçük kamping, son derece sevimli ve dost canlısı işletmecileri var. Deniz kıyısındaki kayalıklar üstünde yükselen ve plaja hâkim noktadaki bir seyir terasında ise, denizcilerin koruyucusu Aziz Nikola’ya (Agias Nikolaos) adanmış küçük bir şapel bulunuyor. Şapelin içindeki ikonalarda yine Hıristiyanlık tarihini anlatan sahneler yer alıyor.

Karlovassi’de günümüz, Nea Karlovassi’de bir kahve molasıyla sonlanacak gibi. Aynı zamanda bir üniversite kenti olan Karlovassi’deki üniversite binaları bu bölgede yer alıyor. Belediye binasının önündeki geniş meydanda yer alan kafeteryalar yükünü tutmuş gibi. İçilecek bir yorgunluk kahvesi sonrası yolumuz Pythagoreion’a doğru… Haydi hayırlısı.

Son Söz

Üç günlük bir kısa tatile sığdırdığımız ne çok şeyi yaşadık Samos’da. Ege’nin iki yakasındaki birbirine düşman olarak yetiştirilen halkaların aslında kültürleriyle birlikte birbirlerine ne kadar yakın ve dost olduklarına; aynı coğrafyanın ve iklimin insanları olarak da zaten bunun aksinin olamayacağına tanıklık ettik bir kez daha. Pisagor Usta’nın hatırasının izinde; ama restorasyonunun sürmesi nedeniyle İlkçağ’ın meşhur Eupalinus Tüneli’ni göremeden; kapetanların Osmanlı’dan kopuş sürecindeki isyan hikâyeleri ve 1924 Mübadele neslinin torunlarının hafızasında kalanlarla birlikte; nerdeyse adanın tümünü tavaf ederek gezimizi sonlandırdık. Ne mutlu bize ve hala gezebilenlere…

Dipnotlar
(1) Bkz. Radikal / Celal Başlangıç yazısı; http://www.radikal.com.tr/hayat/koklerinin-pesindeler-757135/
(2) Orhan Hançerlioğlu; Felsefe Ansiklopedisi, Kavramlar ve Akımlar, Cilt 5 (Ö-R), Remzi Kitabevi, 1.Basım-1978; sayfa: 192-193
(3) Orhan Hançerlioğlu; Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, 2. Basım-Mayıs 1974; sayfa: 57 ve 60
(4) Heraion ile ilgili bilgiler için ören yerinden alınan broşürden yararlanılmıştır. Bkz. The Heraion of Samos; 2015 Archeological Receipts Fund; www.tap.gr; Text: Maria Viglaki-Sofianou, Translation: Deborah Brown Kazazis
(5) Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası (Geopraphika: XII-XIII-XIV), Çeviren: Prof. Dr. Adnan PEKMAN, Arkeoloji ve Sanat Yayınları;3.Baskı-İstanbul 1993; sayfa: 151-152)
(6) Strabon, a.g.e.; sayfa: 153
(7) Fotoğraflar yazıda belirtilenler dışında İF tarafından çekilmiştir.

Yazan: İbrahim Fidanoğlu

>> Fotoğraflar


Bu yazının aslı, www.dağakaçtım.blogspot.com adlı blogda yayınlanmıştır.  Doğa tarih ve seyahat yazıları ile fotoğraflarının paylaşıldığı bu blogu tavsiye ederiz.

Ziyaretçi Görüşleri

Bir yanıt yazın

Yılların içinden süzülen anılar…





error: Content is protected !!